Bargantuna
Mini Öykü
Bargantuna
"Bargantuna" adı, tarihte ilk olarak Jehen'e Yolculuk Tabletleri'nin birinde geçmektedir. Bu yolculuk tabletleri Grownia'nın tümüne dağılmış hâlde, genellikle büyük kayaların üzerine yazılmış olarak görülür. Aynı yazı tarzıyla oyulmuş olan tabletlerin, kimler tarafından yazıldığı hâlâ muammadır. Lâkin bu tabletler üstüne kazılı öyküler ve öğretiler, yaygın adıyla Doğa Ana olarak anılan Jehena'nın kutsal yazıları olarak kabul edilir. Bargantuna ise geç keşfedilmiş bir tablette bahsedilen hareketli bir adadır. Tablette tam da şöyle geçmektedir:
Ayağımı bastığım yer beni sımsıkı tutuyor, kendisini ise çepeçevre parlayan akışa teslim ediyordu. Hışırtılar ve homurdanmaları kesilince sordum ona "Adın ne?" diye. Kayalar sürtünürken yankılandı, "BAAAR, GAAAAN" sesleri. Hemen ardından şakıyan üç kuyruklu kuşlar yükseltti seslerini bir ağızdan "TUUUUU – NAAAAA" diye. Yıllardır unuttuğum bir dostumun kapımı çalması misali sıcaklık ve huzur getiren sesler yüzüme büyük bir gülüş yerleştiriverdi. Bağırdım ben de "BARGANTUNA," diye ve ekledim "NEREDESİN?" Tekrar çatırdadı taşlar, oynaştı yapraklar… Bir şelalenin arkasındaki koyu siyahtan geldi gürül gürül ses "ASIL SEN NEREDESİN?"
Tableti inceleyen tarihçiler, Bargantuna'yı okyanusta yer alan, konumu bilinmeyen ufak bir ada parçası olarak tanımladılar. "Çepeçevre parlayan akış," ifadesinin bunun dışında bir anlam ifade edemeyeceğine kanaat getirdiler. Üç kuyruklu kuşların nerelerde görüldüğünü araştırdıklarında ise Grownia'nın en büyük okyanusu olan Noristis Okyanusunda bir yerde olduğuna kanaat getirdiler. Cevap verebilen bir ada olduğu hâlâ birçok araştırmacı tarafından fantastik bir edebi dokunuş olarak nitelendirilse de Bargantuna'nın ejderha olabileceği fikri güncelliğini korumakta. Bunun dışında Bargantuna kelimesine sadece bir tablette daha rast gelindi. Uzunca tabletin bir cümlesinde ondan şu şekilde bahsedilir:
"Bargantuna çatısını tamir ederken okyanuslar bile susuz kalırmış."
Bunun ne anlamı geldiği konusunda tarih boyunca çok fazla yazılıp çizilmiştir fakat ortak noktalarda buluşanların sayısı pek azdır. Tarihçiler kavga konusu olmaması için genelde bu cümleyi ilgili tableti es geçerek konuşurlar.
Bendeniz ise okyanusların gizemini çözmeyi kendine dert etmiş, pek de sık karşılaşamayacağınız zemir türüne mensup bir tarihçi gezginim. Adım yaygın dilde Kreyah olup Bargantuna'yı bulmak adına uzun yıllar emek vermiş biriyim. Noristis Okyanusu'nu adım adım gezmeye gayret ederek geçirdiğim on yılın sonunda, Bargantuna'nın kesinlikle hareketli bir ada olduğu konusunda netim. Ayrıca kendisi tahminimce sadece bir ada değil, aynı zamanda bir organizmadır. Neden derseniz bunca yıldır onu bulmak adına yolculuğa çıkan yüzlerce ve hatta binlerce gezginin görüşüne takılmamayı başarmış olması onun rastgele değil, bilinçli bir hareket hâlinde olduğunu ispatlamaktadır. Yalnız, daha önce hiç pasifist bir ejderhaya ne yazılarda ne de hikâyelerde denk geldim. Bargantuna'nın da bu şekilde kaçmak ve saklanmak üzerine kurulu bir ejderha olduğuna inanmam güç. Bir de tabi yazıttaki "çatı" lafı var. "Çatısını tamir etmek," derken acaba kabuklu bir canlıyı kastediyor olabilir mi? Her neyse, bilgisine önceden sahip olduğumuz formların çok dışında, algımızın ve hayal gücümüzün çok ötesinde bir şey belki de bu Bargantuna.
Ben araştırmaya devam ediyor olacağım. Eğer sizin de yolunuz Noristis Okyanusu'na düşerse ve bana yardımcı olmak isterseniz okyanusun tam merkezine kurduğum dev balonumda sizleri bekliyor olacağım. Kim bilir, belki de bu sırrı beraber çözeriz.
Dipnot : Bu arada balonda beni bulamazsanız sırtımı ıslatmak için okyanusa bir dalış yapmış olabilirim.
Bön bön bakmanızı anlıyorum tabi, biraz uçuk kaçık bir eser. Neyse detayları geçeyim çünkü çok garip yani… Üçüncü perde falandı. Babam ve komutanıyla birlikte nihayet annemize ulaşıyoruz. Annemiz de dev bir karıncaya dönüşüvermiş. Komutan kılıcını çekip asker karıncalara saldırıyor, Kral ise koşarak karıncaların kralıyla savaşıyor. Benim rolüm de anneme sarılıp onu eski haline çevirmek. İlk birkaç adımı estetikçe atıyorum. Sahne ışıkları bana dönüyor, koşuyorum ve zıplıyorum. Tam karınca kılıklı anneme sarılacağım bir iğrenme, bir tiksinme… Kocaman kusmuk suratına yapışıyor, annem de yuvarlanıp kusuyor ve sonra tüm sahne. Ardından tüm seyirciler birbiri ardına öğürerek asla var olmaması gereken bir koroyu var ediyor.
Kendime geldiğimde her yer kusmuktu, her yer. Yürürken önce ağladım sonra kahkaha attım. Deliler gibi gülerek sahneden çıktım. Ertesi gün ise tüm gazeteler beni yazdı. Sanırım metnin yazarı bu versiyonu daha çok beğenmiş ve eseri dramdan (bu konudan nasıl dram olur demeyin bana) komediye çevirme kararı almış. İstediğim zaman kusma gibi bir yeteneğim olduğunu fark etmemi sağlayan peşi sıra gelen gösteriler sonucunda çocuk tiyatrocular arasında en önemli isim olmayı başarmıştım.
Popülerliğim birkaç yıl sürdü sürmedi. E tabi en büyük yeteneği istediği zaman kusmak olan bir çocuktan da fazlası beklenemezdi. Okulda falan da bol bol kustum tabi o sıralar. Sonrasında da yemin ettim kusmamaya. Öyle içten bir yemin etmişim ki hala istesem de kusamıyorum. Sonrasında yüksek öğretim bahanesiyle şehir değiştirdim. Annem başta karşı geldiyse de çok direnmedi. Kadın haklı, "Kusan Çocuğun Annesi" olmaktan o da sıkılmış olmalıydı. Her neyse tiyatroya tabi ki devam ettim. İlk birkaç gösteride pek önemli roller alamasam da nihayet çatıdaki kedi rolümle yine hak ettiğim(!) yeri edinmiş oldum.
Neredeyse tüm oyun boyunca çatıda durmam ve son sahnenin kapanışında fırlayıp bütün oyun car car konuşmuş olan iş adamı kılıklı fareyi pataklamam gerekiyordu. Rol çok basitti ama ben tabi ki role fazlasını katmalıydım. Birkaç gün kedileri inceledim. Bol bol uyuyor, arada uyanıp yalanıyorlar ve sonra tekrar uyuyorlardı. Ben de biraz yalandım. Yani biraz kolumu bacağımı yalayınca daha da fazla yalayasım geldi. Bir de bakmışsınız ki neredeyse tüm oyun yalanıp durmuşum ve gösteri bir ara duracak pozisyona gelmiş. İzleyen öğrenciler ve veliler ne kadar mükemmel yalandığımı fark ettiklerinde bana farklı bir gözle bakmaya başladılar… Kısa sürede tahmin edersiniz ki "Yalanan Çocuk" oluverdim.
Sonrası biraz fazla erotik, daha yeni tanıştık sayılır. Gerçi uzun süredir seks kölesi olarak çalışıyorum ama yani yine de orası kalsın. Ha bu kaçırılıp köleye bağlanma işi bekleyeceğinizden farklı olarak bu yalama yeteneğim nedeniyle başıma gelmedi. O da bu geceki son komik öykümüzdür, yani trajikomik desek daha iyi sanırım…
Kusan çocuktan sonra yalanan çocuk olarak geçirdiğim dönemin ardından, tamamen silinip baştan başlamak adına, deniz aşırı bir yerde yaşama kararı aldım. İşte bu mükemmel şehir Caelio'yu bir arkadaşım nedeniyle zaten merak ediyordum. Sönmeyen ateşten bahsede bahsede beni terletip durdu aylarca ve işte onu görmek için ta buralara çevirdim rotayı. İlk geldiğimde bu kadar leş değildi tabi şehir. Biraz gezince yaşanabilir gibi geldi. En azından hareketliydi ve eğlenceli görünüyordu. İlk gün otele yerleşir yerleşmez sönmeyen ateşi görmeye gittim ve resmen büyülendim. Ah pek sonsuz, pek özgürdü. Durdurulamayan bir kuvvet, bitmeyen bir umut gibiydi. Ona yakın olmak zorunda hissettim ve çevresindeki mağaralarda yatmaya başladım. Ona tapmaya başladıkça daha çok yaklaştım ve sıcaktan yanmaya başladım. Hem yakın hem özgür olmalıydım. Yapılacak olan belliydi, pek zorlanmadım. Önce giysilerden arındım, ardından iç çamaşırlarımdan kurtuldum. Ateşin etrafında çırılçıplak dans ederken ayağım kaydı ve düştüm. Ayıldığımda işte burası. Sanırım hayatlarında sunulan en zahmetsiz köleyi edindiler kendilerine…