tr

Eşya Hikayeleri

Mini Öykü

Allove

Jiletin üzerindeki kan biraz heyecanlı biraz da yorgundu. On yedi yıldır süregelen iniş çıkışları ile Allove yakın arkadaşları tarafından "manyak bu çocuk ya" diye nitelendirilse de Dalgakıran Şehrinin Çocuk Psikoloğu Gite tarafından bir çoğu için pek anlamsız ve çözümü "buralarda" imkansız bipolar tanısıyla tanındı.


Psikolog Gite tarafından üç beş fikir ortaya atılıp uygulanmaya çalışıldıysa da gerek Allove'un ,bugün pek bir şey yapmak istemiyorum, durumu gerekse ailesinin "Bir an önce Kana'nın yanına girip para kazansın." düşüncesi nedeniyle bu uygulamalar genellikle havada uçan balonlar gibi asılı kaldı ve bir süre sonrada patlayıverdi.


Kırmızıya çalan kestane gözlerin yıkıcılığı önce eşyalara sonra insanlara uzandı. Komşunun "cağnım" vazosu, oğlunun tahta askeri; manavın araç tekerleği, gazeteci çocuğun çantasının kordonu derken kendi evlerindeki tabak, çanak, pencere, masa ve nihayetinde -nasıl diye sormayın- koca çatı... Pek içten lanetler eşliğinde evden yatılı okula gönderilen Allove çok kişilik yurt odasının sınırlarında zarar verebileceği pek bir şey bulamayınca önce üst raftaki çocuğun sırtına ufak "böcek" ısırıkları, ardından yan yataktaki çocuğun burnuna polen alerjileri bahşetti. Her plan -ki özellikle pek de zeki olmayan Allove'unkiler- günü gelir gün yüzüne çıkardı ve çıktı.


Her "çocuksu" davranışının ardından yalnızlığı artan çocuk Allove kendisi gibi "dışlanmışları" bulup çetelerine dahil oldu. Gözünün deliliği aslında onu bu çete zirveye taşırdı fakat arada kendini aşırı uyuşmuş ve nasıl dese "Bok gibi" hissediyordu. Bu dönemlerde çetenin eğlencelerine katılmıyor, can sıkıcı şekilde davranıyordu. Neyse ki en azından inanılmaz derecede moral bozucuydu ve bu bile çetede kalmasına yeter bir özellik olarak görülüyordu.


Eğitimi sırasında bazı konularda o kadar başarılıydı ki öğretmenleri kopya çektiğine kesin gözüyle bakıyordu. Halbuki o kendini iyi hissettiğinde pırıl pırıl parlıyordu ve bu tamamen doğasındaydı. Ne var ki kimsenin kimseyi anlayacak mecali yoktu ve görmemek işin kolayıydı. Başkası ilgilensin canım, herkesi ben mi kurtaracağım ekolü öğretmenler arasında pek yaygındı.


Nihayetinde güç bela biten okulun ardından Kana'ya gümüş tabakta sunulan Allove kendisi gibi biriyle karşı karşıya olduğunu ilk bakışta anladı. Yıllardır anlatılanlara duyduğu korku ve saygıya sempati de eklenince yerini doğru noktada bulduğunu anladı. O'nunla karşılıklı oturup sohbet edebilmek en büyük hedefiydi, şimdiyse çok çalışmalı ve rakiplerini elemeliydi. Sadece geçse yeterli miydi? İşini garantiye alması ise Jhin ve Rayn için tehdit demektir. Jhin kanın bıraktığı öyküden hafif bir titreme ile çıktı, mutsuz ve tekinsiz hissetti. Bir süre benzer bir deneyim yaşamamak adına kendini telkin etti ama ne var ki merak onun en büyük şeytanı idi. 

Narrin

Narrin, üst düzey yetkili bir Çember subayının kızıydı. Saygın ve güçlü bir ailede tek çocuk olduğundan normalden daha fazla sorumlulukları vardı. Soyunun serveti ve itibarını yüceltmesi adına küçük yaşlardan beridir adabı muaşeret adı altında hanımefendi olmayı öğreniyordu.

Bir hanımefendi nasıl olunabilirdi ki?

Nasıl oturulup kalkılacağından tutun da soylu eşine bacaklarını ayırıp kutsanmış çocuklar sunmasına kadar uzayıp giden akıl almaz bir eğitim serüveniydi bu ve ne talihsizliktir ki bunların hiçbirinde -entrika üretmek dışında- aklını kullanmaya dair bir uygulama yoktu. Bu ölçüde özgür irade fikriyse söz konusu dahi olamazdı. Oysa Narrin ne samimiyetsiz bir ifadeyle konuşmayı ne de sahte gülüşler atmayı istemiyordu. Onu gösterişli salonlarda satılmak üzere paketlemiş pahalı terzilerin elinden çıkma kıyafetleri ve emsalsiz mücevherleri istemiyordu. Aksine Narin, onların hepsinden tüm benliğiyle iğreniyordu. Onun tek dileği hür olmaktı ya da en azından kendi kararlarını kendisi, sadece ama sadece kendisi verebilmeyi… Ne var ki bu olanaksızdı. Narrin için biçilmiş hayat henüz o bebekken tasarlanıp antlaşmalarla taçlanmıştı.

Babasının işi sebebiyle yılın büyük bölümünü başka yerlerde geçiren Narrin, Özgür Dalgakıran Şehrine ne zaman gelse içinde bir şeylerin yeşerdiğini hissederdi. Bu şehirde bambaşka bir şey vardı, ruhunu kamçılayan özgürlük fikrini fısıldayan bir şey…

Tüm bu düşünceler Narrin'in zihninde şatafatlı bir balo salonunda unvanı ve siması dışında hiçbir şeyini bilmediği bir adamın kollarında dans ederken çıkagelmişti, yine ve yeniden. Nefesi aklıyla beraber mekanda daralan Narrin gelecekteki muhtemel eşini son derece yakışıksız bir biçimde oracıkta bırakarak hızlı adımlarla salondan ayrılmıştı. Ne yapacağını bilemeyerek yürürken insanların kendisine olan bakışlarından rahatsız olup koşmaya başladı. Üzerindeki kıyafeti ve ayakkabıları bunu pek mümkün kılmıyor olsa da umursamadı. Malikanenin bahçe kapısına henüz varmak üzereydi ki yolu Çember askerlerince kesildi. Ardındaysa müstakbel eş adayının ve babasının memnuniyetsiz sesleri yükselmekteydi. İki ateş arasında kalan Narrin orada ölmeyi diledi. Tam da o çaresizlik anında bahçenin karanlık köşesinden onu işitti.

"Yardıma ihtiyacın var mı?"

Narrin bu sesi daha önce duymamış olsa da şüphesiz ki bu ses Dört Rüzgar Tavernasının sahibesi Sessiz Kana'ya aitti. Ya da hayranlık duyduğu bu kadın hakkında o kadar çok şey duymuştu ki Narrin içinde bulunduğu bu çaresizlikten kurtulmak adına bir hayal kurmuştu. Emin olamadı.

Derken Kana gölgelerden tamamen arınmış onun yanına varmıştı. "Sana soruyorum, iyi misin?" oldukça temkinli hatta sakin bir sesi vardı. Narin ona öylece bakakalmaktan öteye gidemeyince babası konuşmayı devraldı. "Kana, bu senin meselen değil."

"Bu şehirde zora düşmüş her birey benim meselemdir Thardis, bilirsin."

Sabrının taşmak üzere olduğu açıkça belli olan Thardis; "Bu gecelik sadece yoluna gidemez misin?" diye bir öneride bulundu.

Kana adama karşı takındığı ilgisiz tavrından vazgeçmeden "Benim yolum belli." demekle yetindi.

Thardis arkasındaki kalabalıktan uzaklaşarak Kana'ya doğru yürüdü. Aralarında birkaç adım mesafe kaldığında ona doğru eğilip fısıldadı. "Olay çıkarmadan gidersen mevkime gösterdiğin bu saygısızlığı mazur görmenin yanında bu yılki ticaret sözleşmelerini arzu ettiğin biçimde düzenleyeceğim."

Şüphe yoktu ki Narrin'in babası Çember'in iyiliğindense kendi cebine girecek paranın derdindeydi. Narin varlığından bir kez daha iğrendi.

"Ne kadar yüce gönüllüsün Thardis ama öldüreceğim insanların mevkileriyle ilgilenmem."

"Beni açıkça tehdit mi ediyorsun!?"

"Senin ettiğin kadar." derken bir yandan da katanasını sıvazlıyordu.

Kana o kadar sakin konuşuyordu ki Thardis her saniye küplere binmekteydi. Kısa bir süre boyunca birbirlerine gözdağı veren ikiliden başını çeviren ilk Thardis oldu. "Narrin! İnsanlar bize bakıyor!" diye dişlerinin arasından kızına seslendi.

Narrin bu sözlerin içeriğindeki tonu çok iyi biliyordu. İtaatkâr bir hanımefendi olsan iyi edersin, yoksa sonuçlarına katlanırsın. "Ben…" diye söze başlasa da Narrin bir Kana'ya bir babasına ve ardındaki kalabalığa bakındı. Ağızdan ağza dolaşan kirli fısıltıları tahmin etmesi hiç zor değildi. Bir şeyler yapması gerektiği o doruk anında olduğunun farkındaydı ve bu anın bir daha asla karşısına çıkmayacağının da. Derin bir nefesle cesaretini toplayan Narin; "Ben, çok üzgünüm baba ama seninle gelmeyeceğim." diyebildi.

"Yakalayın şu densizi!" dediğinde babası, "Sığınma talep ediyorum!" diye bağırdı Narrin.

Dalgakıran Şehrinde bu sözün anlamını uçan kuş bile bilirdi. Oradaki herkes sessizlik ve şaşkınlık içerisinde beklerken Thardis öfkeyle kızının üzerine yürüdü. Sert adımları bahçe zemininde yankılanırken başka hiçbir ses işitilmiyordu. Narin'in karşısına dikilip iğrenircesine yüzüne baktı ve tam elini kaldırmış onun suratına indiriyordu ki Kana araya girip Thardis'in kolunu kavradı.

"Biliyorsun ki bu şehrin yasalarına karşı gelemezsin. Şu andan itibaren kanın kanından, soyun soyundan ayrılır o senin için artık bir yabancıdır."

Kana'nın sözleri kulağında çınlarken Thardis; "Seni gördüğüm ilk yerde öldüreceğim! Beni duydun mu Narrin! Bunu o gerzek aklına kazı!"

Narrin, babasının bunu yapacağından yüzde yüz emindi ama kararından dönemezdi, dönmeyecekti de. Yaşayacak tek bir hayatı vardı ve kararlarını kendisi vermeliydi, bir başkası değil.

"Dört Rüzgar Tavernasının çatısı altına sığınan birisini tehdit edemezsin." dedi Kana kendinden oldukça emin dingin bir sesle.

Thardis daha fazla katlanamıyormuş gibi bakışlarını Narrin'den alıp Kana'ya dikti. "Meclis üyesi olman umurumda bile değil, seni sürtük! Orayı senin başına yıkacağım, ant olsun ki bunu yapacağım!"

Kana, Thardis'in kolunu gerisin geri iteleyerek savururken; "Elinden geleni ardına koyma!" dedi geldiği andan beri ilk kez öfke saçıyordu. Ardından Narrin'i de alıp gecenin içerisinde kayboldu.

İşte Dört Rüzgar Tavernası'nın baş temizlikçisi, titiz Narrin'in hikayesi böyleydi. Jhin, o andan itibaren geçmişlere dalıp gittiği kan kırıntılarını kumaşlarla elde etmemeye karar verdi. Bu Narrin için temizlemesi oldukça güç bir kir olabilirdi.

TOHUM

Dört Rüzgâr Tavernasında sıradan bir gündü. Jhin zorunlu derslerine giriyor, bol bol kitap
okuyor ve artık alışkanlık haline getirdiği kan görüsünü çekinmeksizin kullanıyordu.
Kana'nın söylediğine göre; "Bilgelik ruhla başlamalı, anılar ise iyi birer ruh kırıntısıydı." Ne
var ki artık çevresinde bu gücü deneyimleyecek pek kimse kalmamıştı. Pekâlâ, Kana dışında
kimse kalmamıştı demek daha doğruydu. Ama sorun şuydu ki onun herhangi bir yeri
kanamıyordu. Jhin merak duygusunu daha fazla bastıramadığında Kana'dan bunu talep
etmeyi denedi. Ne de olsa onların hikayesini biliyor, üstüne eğitim veriyordu.
Jhin henüz ağzını açma gafletine düşmüştü ki Kana; "Hayır!" dedi. "Yeterince bilge ve
erdemli değilsin."
Bilge ve erdemli!
Ne demekti şimdi bu? Jhin uzun zamandır bu ikisine zaten sahipti, gözden kaçırdığı bir şeyler
olmalıydı. Söylemek istediği şey başka bir şey olmalıydı. Jhin bunu öğrenmek için sabırla
bekledi. Daha doğrusu sabırlı olmak için direndi. Günlük rutinlerine sadık kalırken bir yandan
da Kana'yı izledi. Dört Rüzgâr Tavernasının şaşaalı günleri solduğundan beridir bazı günlerde
Kana hiç görünmezdi, döndüğünde ise günlerce meditasyonda kalırdı. Yine ona benzer bir
geceydi ve Shimoya ortalıkta görünmüyordu. Jhin içinde uyanan ve onu kamçılayan merak
duygusundan kurtulamadı. Nedendir bilinmez yarı bilinçli bir şekilde yürüdü ve Kana'nın tam
karşısına dizleri üzerine çöktü. Şimdi ay ışığı altında solgun yüzüne bakıyordu. O anda Kana
sanki Jhin'in gelmesini bekliyormuşçasına fısıldadı. "Kimi geçmişler karanlıktır Jhin, ama
umudu içinde barındırır." sesi çok uzaklardan gelir gibiydi, hatta başka bir zamandan.
Jhin o an bir şeylerin ters gittiğini anlayıp geri çekilmeyi denediyse de Kana kolundan sıkıca
kavramıştı. Gözlerini hışımla açtığında ışıltılı bakışları bomboştu. İfadesiz bir yüzle Jhin'e
bakarken kesinlikle kendinde değildi ve burnundan kan geliyordu. Yeniden konuşmaya
başladığındaysa ne sesi ne de sözleri ona ait değildi.
"Bilgelik yolunda sessiz bir çağlayan gibi olmalısın…"
Yer yer tiz ve davudi sesi Jhin'in başını döndürmeye yetmişti. Kana, boşta kalan eliyle
burnundan dudaklarına meyletmiş kanına dokundu, sıcaklığından hoşnut olmuşçasına
gülümserken; "Sessizliğinde ne kadar çığlığı barındırabilirsin Jhin?" diye sordu. Cevap
beklemediği her halinden belliydi. Hoş, bulanan aklıyla Jhin ona doğru kelimeler sunabilecek
konumda değildi. Anlık boşluktan yararlanan Kana parmaklarına bulaşan kanını Jhin'in
yanağına dokundurdu. Bu temasın etkisiyle zihni parçalara bölünen Jhin ne olduğunu
anlayamadan kendi zamanından düştü.
Düşüşü oldukça sertti. Göremediği bir şeylere çarpıyor, tutunmayı denese dahi
başaramıyordu. Etrafında binlerce fısıltı bedenini sarmaladığındaysa boğulma hissinden
kendini kurtaramadı. Derken Kana'nın anı kırıntıları fısıltılara karışıp tenine vahşi bir havanın
pençeleri gibi tırnaklarını geçirmeye başladı. Bu şey her neydiyse Jhin'e dört bir yanından
saldırıyordu. Jhin ana rahmindeki bir bebek gibi tortop olmaktan kendini alamadı. Aghran'ın
anılarından sonra ilk defa bu kadar farklı bir deneyime şahitlik etmekteydi. Bitmesini
dilemekten başka bir şey yapamıyor olmaksa onu korkutuyordu.

"Korku… Seni ele verir, beni acıktırır!" ses o kadar ani ve hiddetli bir şekilde yükselmişti ki
Jhin kulaklarını kapamak zorunda kaldı.
"Geçmişimizi duymak istemiyor muydun?"
"Onu dinleme Jhin!"
Kana'nın otoriter sesini duyduğuna bu kadar sevineceğini hiç tahmin etmemişti Jhin. Ona
seslenmeyi denediyse de etrafındaki fısıltılar zihnine hücum edip Jhin'i geriye o tuhaf sesin
sahibine çekiyordu. Kakofoni onu tarumar ediyor, kaotik zaman ruhunu yaralıyordu. Derken
an dondu, akış bozuldu. Jhin, gözleri ve kulakları kapalı olsa bile bunu hissetti. Yapmayı
istemese de gözlerini araladığında Kana'yı havada süzülürken ve karanlığı etrafında bir
duman gibi toplarken buldu. Kolları senkronize hareketlerle eğilip bükülüyor, ellerinin
arasında ışıktan bir enerjiyi doğuruyordu.
Işık büyüdü ve büyüdü. Karanlığı etrafına sarıp da yutarken bunu kaldıramıyormuş gibi
titredi, sarsıldı ve nihayet patladı. Patlamanın şiddeti bir yıldızın evrene veda edişi kadar
görkemliydi. Karanlık ve aydınlığın dansı sonlanırken Jhin'i bambaşka bir diyara sürükledi.
"Tamam, artık geçti. Sana ulaşmasına izin vermem."
Kana'nın o dingin sesi kulaklarına bir fısıltı eşliğinde tutunurken Jhin gözlerini yeniden
karanlığa açtı. Yıldızsız gecede ağaçların örttüğü bir göğe bakıyordu şimdi. Ilık, nemli ve son
derece rahatsız edici tuhaf zeminde sırtüstü yatıyordu. Oldukça keskin bir koku burnunu
yaktığında "Neredeyiz?" diye sordu. Kana'dan herhangi bir cevap gelmediğinde ise "Neler
oluyor? O şey de neydi? Hayır! O kimdi, Kana?" sözleri hızla ağzından döküldü.
"Buna hazır olmadığını söyledim sana, hem de defalarca!" sesini ona karşı ilk kez bu kadar
yükseltmiş hoşnutsuzluğunu açıkça dile getirmişti. Özür dilese de Jhin, bunun refleks olarak
söylenmiş bir söz demeti olduğunu ikisi de biliyordu. Yine de sözünde samimi olduğunu
Kana'ya göstermek adına yattığı yerden doğrulmayı denedi Jhin ve bir yüze dokunduğunu
idrak ettiği an küçük bir çığlık kopardı. Olduğu yerden sıçramaya çalışsa da daha fazlasının
üzerine basmaktan hatta içlerine batmaktan kendisini kurtaramamıştı.
"Burası da ne böyle?!" diye bağırıp histeri geçirirken Jhin, Kana sükûnetle "Sakin kal,
bulmayı umduğun geçmiştesin. Yani çoktan bitti."
Cesetler arasında pes etmiş oturan Jhin "Bir savaş meydanında falan mıyız?" diye sordu.
Kana konuşmadan önce havayı ilk kez ciğerlerine çekiyormuş gibi derin bir nefes alıp verdi.
"Keşke öyle olsaydı, en azından iyi bir teselli olurdu. Ama hayır, katliam tüm o yaşananlara
daha makul bir tabir."
"Neler oldu?" diye sorarken bile artık bilmek istediğinden emin değildi Jhin.
Ne var ki o sırada Kana tuhaf bir transa girmiş, Jhin'in varlığını çoktan unutmuştu. Sesi
hüznünü ve geriye kalan tüm o kötü hisleri ele veriyor, mekân onunla beraber titriyordu.

"Çayırın ötesinde, dağların ardında sessizce durur Uykucu Şelale kasabası. Dinmeyen
sislerinde başıboş ruhları dolanır halkımın, hepsinin katili benim. Ne eksik ne de fazla
tamtamına iki bin cansız bedenin arasında yatıyorum. Buraya nasıl geldim, bu sona ya da
başlangıca… Kanın sevimsiz kokusu ruhları uyandırır, ruhlarsa geçmişi..."
Jhin yarı içerisine gömülerek oturduğu bu ölüm tepesinde, elinin yanında duran cansız yüze
dehşet içerisinde bakınırken düşünceli bir sesle "Şükran mıdır bu, yoksa lanet mi?" diye
mırıldandı.
Histerik bir kahkahaya tutulurken Kana onun sözlerini tekrarladıktan sonra ekledi. "Doğa iyi
olduğu kadar kötücüldür de Jhin. Onun sayamayacağın kadar ruhu, tohumları vardır ve bazı
yazgılar en başından talihsizdir. Sen onu ne kadar başa sararsan sar."
Bir türlü yön veremediği bu anı yumağından sıkılan Jhin "Bana ne olduğunu göster!" diye
emretti.
Kana ise ona zavallı bir şeymiş gibi uzun uzun bakıp "Hayır." dedi sakinlikle. "Bu geçmiş
için hazır değilsin, olmayacaksın da. Çünkü, henüz bir tohuma bile sahip değilsin Zar Efendisi
Jhin."
Duyduğu şeyle hücrelerine varana dek titremeye başladı Jhin. "Ama ben, ona sahibim." dese
de kelimeleri kendinden bağımsızca dökülüyor gibiydi. Şimdi hem mekân hem de ikisi eşit
oranda istemsizce sarsılıyordu. "Ben ona sahibim!" diye tekrar tekrar bağırdı Jhin. Derken
yıldızsız gece üzerlerine ağır ağır çökmeye, ölüm tepesi eriyip kan denizine dönüşmeye
koyuldu.
"Korku seni sarmadan gitmen gerekiyor Jhin, aradığın şeyi burada bulamazsın." Sözleri her
yönden uzanıp ikisini sardı ve Jhin kendi zamanında ayıldı. Kana tam karşısında derin bir
meditasyondaydı. Sanki biraz önce olanların hiçbirisi yaşanmamış gibi ifadesiz dingin bir
ifadesi vardı. Olaylara anlam yüklemekte güçlük çeken Jhin oturduğu yerden apar topar
kalkıp koşarak uzaklaştı. Aklındaysa "Zar Efendisi" ve "tohum" vardı.